25 Aralık 2010 Cumartesi

Meçhul Öğrenci Manifestosu

Uygarlık, insanı durmaksızın yok eden ancak öldürmeyen, tesirinin ölçülmesi imkansızlaştırılan bir zehirdir. Sihri, muhteşem “rüyaları” gerçekleştirebilme iddiasını reklamlarla kanıtlanmış ve noterler huzurunda onaylanmış olmasındadır. Bu manifesto, “7/24” rüya garantili uykulara dalmayan çocukların sancılı aşk, saf acı ile sanrı ve arzularının arasındaki uydurma bağı koparma uğraşlarının kalemle olan ilişkisinden doğmuştur. Yüksek oranda tehdit ihtiva eden bu manifesto; yok etmek ya da yok olmak arasındaki sınırlarda, kimi zaman alçak kimi zaman yüksek uçuşların basit deneyimsel yaşanmışlıklarından yola çıkarak hazırlanmıştır. Korkunç ya da insani olmayan şeylerin toplamı, farkı veya bileşkesi olmak durumunda bırakılan, “yandaş”, “karşıt” yahut tamamen habersiz olama hallerini ayrıcalık diye tanımlayan, suni ve simülatif hayat tasarımcılarını karşısına alanların sözüdür bu maifesto, Meçhul Öğrencilerindir.
Varlık artık bir yığından, bir kütleden ötesi değil! Farklı olduğunu düşünmemizi sağlamaya yarayan şeyse sıfatlar ve onların kombinal toplamlarıdır, lakin bunlar ne elmanın kırmızılığını ne de dünyanın yuvarlaklığını belirten sıfatlardandırlar. Farklı olduğumuz sanrısını oluşturan, memurluk, orospuluk, hekimlik, polislik, psikiyatrlık, askerlik, yöneticilik gibi özelleşmiş ve meslek belirten sıfatlardır ve ne yazık ki bu emarelerin bir çaresi yoktur. Ancak bunların dışında öyle bir sıfat var ki,  geçici olarak tanımlanabilirliğine rağmen sonlu hayatlarımıza tesir eden başat sıfat hastalıklarının bulaşma, vücuda, sinirlere, akla tesir etme evresi olarak da tanımlanabilir, sıfatların en sefilidir, öğrenciliktir. Bir iş olmadığı halde patronlar tarafından işçiliği konusunda sürekli eleştiriler alır. Patronların nazarında yalancı, riyakar, embesil yaratılışlı olmasından ötürü kontrol edilmesi ve gözetlenmesi şarttır, kendi başına bırakılamayacak kadar bilinçsiz, düşüncesiz ve ruhsuzdur. Kabul edilemez vasıflarına rağmen iktidar ve gelecek arasındaki sözleşmenin teminatıdır. O, kendisi zannettiği şeyi ebeveynleri marifetiyle soyundan devralacak olandır, varlığının başka hiçbir anlamı yoktur, olamaz. Birey olmak, tehdit savurmanın başka bir yoludur ve muhtemelen o bunun farkında değildir. Kendisine ait zannettiği her şey kültürel aktarımın sonucunda “elde ettiği” bağımlılıklardır. Sistemli bir şekilde bağımlılıklarımıza kulak asmamızı gizliden gizliye ister düzen, bağımlılıklarımızı kendisi belirlemek koşuluyla tabi. Aktarımların adı sanı olmak dışında da yaşama biçimleri var. İnsan olmanın doğal bir parçası olmasına rağmen aktarım, iktidarlar tarafından kontrol altına alınmaya çalışılır. Egemen kültürün dışında herhangi bir temasa müsamaha göstermez, marjinalize etme alışkanlığının kaynağı tamda budur işte. Bu “aykırılık” sonucunda meçhul olma durumu başlar. Meçhul en modern duyguların temel korkusudur. İşte biz, bu iki noktanın üst üste geldiği yerde, meçhul ve öğrencinin buluşmasında, iki kere itilir, iki kere öğütülmeye, iki kere yok edilmeye çalışılırız ve işte tamda bu yüzden yaşamaya başlarız.
İnsanlık, teknolojinin muştusundan teknolojinin muştulayışına, şirket usu ve devlet gözetimiyle illüzyonist “yeni” bir hal almaya zorlanıyor. Sibernetik çöplükler insanlığa artık her mecrada horozluk yapabilme imkanı sunuyor. Sanal oyunculuk ve rollerle belirlenen ilişkilerin dışında başka bir hayat olduğu sistematik bir ısrarla unutturulmaya çalışılıyor. Genleri ölmese de türü yok olmanın eşiğine sürükleniyor insanlığın. En değerli özelliklerinden biri olan kendindeliği, bugün tehdit altında. Hepimiz için öngörülen kurgusal bir yaşam mümkün artık. Buna karşın doğal bir hayatın savunuculuğu konusunda müsamaha gösterilmiyor; artık önümüzde iki yol var, ya uydurma ve yöneticilerin tercihlerine göre bir yaşam ya da adı meçhul olarak belirlenmiş karanlığı keşfetme, öğrenme arzusuna göre şekillenecek bir yaşam. Bizler, saf ateşten, sudan, havdan, topraktan, masallardan, bilmece ve oyunlardan yani bir bütün olarak tabiattan koparılıp sır haline getirilen insanlığın peşine düşmüş ve geri dönmesi için elinden her geleni çekinmeden yapmaya hazır olanlarız. Bildiğimiz tek gölge ağaçların ve hatta çimenlerin gölgesidir, toprağı kavrulmaktan koruyan. Derdimiz nev-i şahsına münhasırlıktır.

8 Aralık 2010 Çarşamba



Aşağıdaki mektubu ve basın metnini yüksek sesle bir kere daha okumak, basın açıklaması ile birlikte Meçhul Öğrenci Anıtı açılışı yapmak üzere yarın(9.12.2010) saat 13:00'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi önünde olacağız, Tüm dostlarımız ve basın-yayın temsilcileri davetlidir.
                                                                                                                                                                                    Meçhul Öğrenciler.

Meçhul Öğrenci mektubu...


Ben, dostlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım her sene, her dönem “uyumsuz, asi, solcu, erkek olmamak, kadın olmamak, gebe olmak, içki içmek, kopya çekmek, akademisyenlere kafa tutmak, fikir beyan etmek, hastalık taşımak, tiyatro koymak, şenlik yapmak, polise mukavemet etmek, şarkı söylemek, sigara içmek, sevgili olmak” gibi saçma sapan yüzlerce “suçtan” okullarından ya süreli ya süresiz(?) uzaklaştırılıyor ya da atılıyoruz. Verilen bu cezaların akla, zamana en önemlisi yaşama aykırılığı yüzünden bu mektubu kaleme alıyorum. Mağdur edilenlerin ortak noktası, yaşayan birisi olma çabasıdır. Umarım, “kaderin cilvesi” deyip, olağanlaştırmanın sonucu olarak, akıllarınızın çöplüğüne yollamazsınız bu mektubu. Çünkü cilve yapan yaşam değil bireylerdir.
Ben, Meçhul Öğrenci tanımlamasının içini dolduran ve tüm koşullarını yaşayan; Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi yönetimince “Potansiyel Suçlu” olarak tanımlanıp okulundan izole edilen, hiçleştirilen ve öğrenim hakkı yaklaşık 6 yıl süreyle elinden alınan, meçhule itilmiş biri olarak yazıyorum bu mektubu.
Girişte kısaca ifade ettiğim durum; üniversite öğrenim hayatıma başladığım günlerden itibaren devlet dersinden kalmış olmanın bedelini, soruşturularak, uzaklaştırılarak yani cezalandırılarak ödüyorum. Bu bedel, hukuk sisteminin işlerliğini, demokrasinin ileri adımlarını dillendirenlerin, özgürlüklerine ve insana dair başka bütün değerlere sahip çıkanlardan duyulan korkuyu açıklamaya yeterlidir sanırım. Vaziyetin vahametine karşın, bu olayı münferit diye nitelendirenler, nefret ve ikiyüzlülüklerinin bütün çıplaklığına rağmen, tek bir kelimeyle, vicdanlarından kurtulmanın en eski ve en kestirme yolunu kullananlardandırlar.
Evet, yalnız değilim; uzaklaştırılan bir tek ben değilim, sadece bu süreç içerisinde “bedel” ödeyenlerden biri olarak öğrenim hayatına devam edemeyenlerin bir örneğiyim...
Benimle beraber üniversitelerde yüzlerce hatta binlerce öğrenci, insanca bir yaşam adına savundukları değerlerden ötürü, üniversite engizisyonuna uğruyor. Bazı okullarda “milli duyguları güçlü, vatanını seven” okul idarecileri kolaylıkla kendilerine durumdan vazife çıkarabiliyor ve üniversiteleri, yaşam alanlarımızı birer ceza infaz kurumuna dönüştürüyorlar. ANKARA ÜNİVERSİTESİ DTCF, HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ BEYTEPE KAMPÜSÜ, İTÜ, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ BEYAZIT KAMPÜSÜ bunun en açık örneklerini teşkil ediyorlar. Öğrencisi olduğum AÜ DTCF nam-ı diğer Dil Tarih’te tanığı ve mağduru olduğum “cadı avı” tadındaki soruşturma operasyonları üniversitelerde düşünce özgürlüğünün geldiği son noktayı gözler önüne seriyor. Kendi okulumdan yaklaşık 6 yıl süreyle uzak tutulmam için gösterilen gerekçelerin ve öne sürülen iddiaların komik ve gerçek dışı olması da durumun ağırlığını arttırıyor.
Sadece Dil Tarih’te öğrenciyseniz bile, soruşturma kağıdını uçak yapıp uçurmaktan tutun da, açılan soruşturmaların mesnetsiz ve sebepsizliğini kamuoyuna duyurmak için yapılmış olan “Eğitim hakkıma dokunma! DTCF Öğrencileri” adlı bir kampanyaya katılmak gibi birçok sebepten ötürü hakkınızda soruşturma açılabilir. Açılan bu soruşturmalar sonucunda da kaçınılmaz son olan aylarca sürecek uzaklaştırma cezasıyla karşılaşabilirsiniz. 11 dönem uzaklaştırma almama sebep olan olaylardan biri 7 Nisan 2010 tarihinde okulda ÖGB(özel güvenlik birimleri) ve sivil polislerin silahla dolaştığını bildikleri 3 sağ görüşlünün, silahlı saldırısına uğramamdır. Saldırıya uğrayan ben olmama rağmen açılan soruşturma sonucunda aldığım bir yarıyıllık uzaklaştırmayla öğrenim hakkımdan tekrar mahrum bırakıldım. Daha vahim olanıysa bana saldıranlardan sadece birine soruşturma açılmasıydı. Üstelik saldırganlardan biri, DTCF öğrencisi bile değldi ve “kovuşturmaya yer olmaması” gerekçesiyle serbest bırakılmıştı.
Okulun ve öğrencilerin güvenliğini sağlama amacı güttüğü iddia edilen, ancak asıl amacını belli edercesine öğrencileri kelimenin her anlamıyla taciz eden ÖGB, hakkımda aynı olaydan ikinci kez açılan soruşturmada savunma vermek için gittiğim halde beni okula almayarak uzaklaştırmamın uzamasına sebep oldu. Bu uzaklaştırmanın gerekçesi ise “savunmaya girmemem” di. Bedeli ise ikişer dönem olmak üzere dört yarıyıl uzaklaştırma cezası daha almak oldu.
Tacizci ÖGB’lerin, kampüsü kışlaya çeviren polislerin, öğrencilere asalak muamelesi yapan akademisyenlerin gözünde birer numaradan öteye geçemeyen bizler, karşı çıkıp reddettiğinde, sorgulayıp özne olduğunu hatırlattığında ya tehdit ediliyor ya saldırıya uğruyor ya da uzaklaştırma marifetiyle ortadan kaldırılanlar oluyoruz. Üzerinden zaman geçtikçe hesaplaşmanın imkansız hale getirildiği 80 darbesinin yaşayan en kuvvetli temsilcisidir YÖK. O ve onun hukuka tamamen aykırı olan yönetmeliğiyle akılları oyulan, karakterleri öğütülen, kimliği kurgulananlardan olmayı reddetmenin “suç”unu işlemekle başkalaştırılıyorum.
Kendisi olduğu için sorgulanan, dava açılan taciz edilip saldırıya uğrayan ben ve benim gibilerden bir de özür dilemesi bekleniyor. Kimseden kendisi olduğu için özür dilemesi beklenemez; ancak asıl korkunç olan özür beklemek değil özrün taşıdığı anlamda saklı olan gelenekçi akıldır. Yapışkan olan ve bu aklı belirleyen iktidarların niyeti, bir karşılık olarak affetmek değil, karşıtının psikolojik olarak sindirilmesinin verdiği güvenlik duygusuyla hastalıklı bir hazdan öteye geçemez. Ancak ben, ne affedilmenin ne de giriştiğim hukuk mücadelesinde “haklı çıkmanın” peşindeyim. Çok basit ve hilesiz bir temel ihtiyacın, hem düşünsel hem eylemsel hareketliliği sonucunda başıma gelenler, okula dönmek için giriştiğim “adalet” arayışının açıklaması değil, sebebidir. Bu mektubu yazmamın temel sebebi adalet ve özgürlük taleplerimin karşılığı olarak adliye koridorlarında, soruşturma odalarında suçlu olarak tanımlanmamdır. Kimsenin, vicdanının sesine kulak verdi diye başkalaştırılıp akranlarından ve hayallerinden uzaklaştırılabileceğine inanmıyorum. Şiddet, taciz ya da 30 yıllık çürük, kokuşmuş bir mevzuatla bugün ben ve benim gibilerin kişilikleri üstünden oynanan bu oyunları kamuoyuna bu mektup aracılığıyla duyurmak istedim. Bugün hala düşünce özgürlüğünün varlığı tartışılırken, vicdanlarımızın tehdit olarak sorgulanmasıyla bizleri içine çekmeye çalışan bataklığın karşısında en azından bu mektubu okuyarak destek olduğunuz için teşekkür ederim.
                                                                                                                                                                                                             Meçhul Öğrenci

Meçhul Öğrenci Anıtı / Ece Ayhan



Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.


Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

Link and Search